Doğukan İşler: İnsan, insanın aynasıdır

Okurlarını ilk kez 2014 yılında yayımlanan öykü kitabı ‘Öykü Yapım Çalışmaları’yla selamlayan Doğukan İşler, 2016 yılında yayımlanan ‘Rüya Kadar’ ve 2019 yılında yayımlanan ‘Dünya Kiracısı’ adlı öykü kitaplarıyla türün özgün kalemleri arasında yerini belirginleştirmişti. İşler, edebiyatın farklı türlerinde kalem oynatan bir yazar olarak ‘Kekeme Hamlet’ (2018) ve ‘Annemin Gölgesi’ (2019) adlı gençlik romanları, ‘Yanlış Masalcı Bay Yanlış’ (2019) ve ‘ATsronot Dıgıdık’ (2021) adlı çocuk kitaplarının yanı sıra ‘Binbir’ (2021) adlı romanlara da imza attı.

Öyküye verdiği beş yıllık molayı toplam on altı öyküden oluşan ve İthaki Yayınları tarafından yayımlanan yeni kitabı ‘Dervişin Kulağı’yla kapatan Doğukan İşler’le yeni kitabından başlayan ve daha geniş bir yelpazeye yayılan bir sohbet gerçekleştirdik.

Bu öyküler ne zaman yazıldılar, nasıl bir ortaklıkla bir araya geldiler?

Elbette uzun bir zaman dilimine yayılan bir süreç öykü toplamı oluşturmak. Kimi öykü üç yıl önce yazılmış, kimisi belki de kitap yayımlanmadan birkaç ay önce. Ama genel olarak, dergilerde yayımladığım öyküler bunlar. Aslında bir bakıma, okurun karşına çıkmış ve bu surette pişmeye başlamış metinler. Elbette kitaplaşma sürecine giden yolda mutlaka birçok değişime, dönüşüme uğruyorlar. Ortaklıkları ise sanırım her yazarın, aslında daima döne döne aynı şeyi yazmasından mürekkep bir toplam: Sonuçta, aradığımız o “şey” bize bir görünüp bir kayboluyor ve rüyaları, hayalleri, düşünceleri, kırılıp dökülmüş her şeyi kelimelerle yapıştırıp birbirine, o “şey”i yakalamaya çalışıyoruz.

Kitap ismini, içindeki öykülerin birinden alıyor. Bu öyküyü, Rûmi’ye göz kırpan başlığı da kitaba isim olacak noktaya taşıyan şey nedir sizin açınızdan?

Benlik tasavvuru, sanırım bir yazarın en öncelikli olarak da kendisini arama yolunda, yazmak dürtüsünün en başat ve rahatsız edici nedenlerinden. Benlik inşası, yolculuğumuzun hem ana sebebi hem de en kahredici ve kuşatıcı yanı. Hele ki kendisini başkaları üzerinden tanımlamaya çalışan insan için artık hastalıklı, psikopatolojik bir hal. İnsan, insanın aynasıdır diye düşünüyorum. Hatta, tüm eşya. Tüm dünya. Baktığımız ve gördüğümüz şeylerdeki kendi parçamızı bulabilmek, asıl olarak bunu sağaltmak bizi gerçekten var edecek şey. Bazen tüm yolları aşmış, tüm duraklardan geçmiş bir yolcu bile dönüp bakınca hâlâ yolun en başında olduğunu fark edebilir. İki kulağımız, bir ağzımız var: İki dinle bir konuş, öyle der eskiler. Ama dönüp de bakmalı, kimin kulağı eşek kulağı? Kimin sözü, hangi kulağa tesir eder? Elbette, daima kendimiz için soracağımız sorular olmalı bunlar.

Öykülerinizde ağırlıklı bazı ortak temalar var. Bunlardan biri inanç. Dervişler, tufanlar, tasavvuf, peygamberler, kullar sık sık karşımıza çıkan ögeler arasında. Bu seçimden bahseder misiniz?

“Modern insanlar, yaşam ve ardında yatan güçler hakkında ne biliyor ki?” diye yazmıştı bir öyküsünde H.P. Lovecraft. Tabii o, öykülerinin temelini bu düşünceden yola çıkarak “korku” üzerine kurmuştu. Benim seçimim ise bu bağlamda sorular sorarken, daha kadim olana yaslanabilmek. Korku duygusundan sıyrılıp bir arayış, sığınma, benliği eritme ve böylece en yüce duygu olan “aşk” ile bir olabilmeyi tadabilmek. Bu öykülerin çekirdekleri de bu yüzden hep kıssalardan, kadim anlatılardan, kutsal kitaplardan; ama elbette sıradan olanı değil, iğne deliğinden bakıp da kuşatıcı bir görüntüyü yakalayabilmek amacım. Acıyı, tatlıyı, ironisi, kara mizahı ve anlamı buradan sezinleyip kuruyorum öykülerimi.

Öykülerin birçoğunda öne çıkan bir diğer tema, delilik. Yahut delirme hali. Hezeyanlar hatta. İnanç ve deliliğin bu yan yanalığına dair neler söylersiniz?

“Zahid Bizi Tan Eyleme” olarak da bildiğimiz bir Halveti nutkunda, “Usludan yeğdir delimiz” dizesi vardır. Sanırım benim öykülerimdeki delilik de biraz bu uyumsuzluk halini, düşünülenin aksine inancın kıyılarının dahi günümüz dünyasında delilik olarak adlandırmasıyla ilgili. Dünyanın gidişatına, büyük ya da küçük savaşlarına, ölümlere ve diğer tüm karanlıklarına uyum sağlamayı reddeden ve aklından çok gönlünün sesini dinleyenler… İnanç ve delilik, aslında kendisini akıllı sananların yan yana koyacağı bir şey gibi görünse de deli olmak ve buna inanmak ve öyle kalabilmek, asıl zor olan bu artık.

Dervişin Kulağı, Doğukan İşler, 80 syf., İthaki Yayınları, 2024.

‘YAZMAK BİRAZ DA CAN ÇEKİŞMEK’

Öyküleri keyifli kılan noktalardan biri, yazarın dil ve anlatımın türlü olanakları arasındaki çabasını takip etmek oldu benim için. Bu öykülerde modern dil de var eski Türkçe de, italik de var düz yazım da. Gerçekçi bir anlatım da var gerçeküstü de, bilinçakışı da. Sizin için dil ve anlatım denemeleri ya da atlayışları, çabaları ve bunları okura da göstermek ne ifade ediyor?

Yazmak, bir şeyleri işaret etmekten ziyade gösterebilmek yetisi biraz da. Tabii, hammaddeniz dil olunca ve aslında pek de yetersiz bir malzeme olunca bu, daha kuşatıcı bir anlatım ve dil kurmak hatta onu yeniden icat etmek zorundasınız. Bu bir can çekişme hali aslında. Yazmak, biraz da can çekişmek. Bir yandan var etmeye çalışırken, bir yandan da yıkmanı gereken onca şey var ki. Hele ki okurunu pasifize etmek yerine, bu dilin içerisinde aktifleştirmeye çabalayan bir yazarsanız. Çünkü okur olmadan edebiyatın bir anlamı olmuyor. Okur da sizinle -ama işin acıklı tarafı- ne zaman, nerede, hangi şekilde, hangi ruh haliyle olduğunu bilmediğiniz bir şekilde kuruyor metni aslında. Bu yüzden aslında tüm bu dil ve anlatım kullanımları bir deneme değil, bana kalırsa bir zorunluluk hali.

Kitaptaki son öykü, yazarla ilgili (umarım) bolca ipucuyla dolu. Sizin satırlarınızdan hareketle soruyorum. Siz, bu öykülerin ne kadar içindesiniz?

Elbette her yazar metninin içinde, saklı ya da açık bir yerlerde. Ama ben bunun altını biraz da çizerek, sık sık hatta cümlelerin arasından başımı uzatıp gevezelik etmeyi seviyorum. Metnin hem bir kurmaca hem de taş gibi gerçek hem geçmiş zamanda yazılmış ama gelecekte doğacakların tohumu olduğunu ve şu an okurla bir işbirliği halinde olduğumu da hatırlatmak belki de. Karar okurun olacak. Ben miyim o, kendisi mi, o bir pencere mi yoksa bir anne mi, şimdi gülecek miyim yoksa ağlayarak mı yazdı acaba bu cümleleri yazar… Sanırım yazının, edebiyatın en büyük tatlarından biri de bu.

Metinlerinizde okurla açık veya gizli oyunlara girmeyi seviyorsunuz. Aslında interaktif bir okuma deneyimini zorluyorsunuz diyebilir miyiz?

Zorluyor muyum bilmiyorum ama istiyorum. Okurun aktif olmasını, benimle birlikte oynamasını ve her anlamda tat almasını kıymetli buluyorum. Diğer türlüsü bana yavan, üsttenci hatta parmak sallayan/öğüt veren şeyler olarak geliyor. Hayatta kalmaya çalışırken hikayeler anlatan bir Şehrazat var karşında, sen de beni öldürme işte, gel beraber dalalım bu denize diyorum. Böylece metin daha katmanlı, daha anlamlı, farklı yönlerden okumaya müsait bir yapı da kazanıyor.

Kitabınızı; “Tüm kalem yontanlar, yonttuktan sonra tutup öpenler, yazmasa deli olacaklar için…” diyerek açıyorsunuz. Yazmak nasıl bir “akla tutunma” hali sizin için?

Delilik, benim için akla değil gönüle tutunmak. Akıl insanı, hayvanı, doğayı, dünyayı katletti. Gönül ise sardı, sarmaladı, sevdi, büyüttü. Ama artık delilik bu. Mevlana’nın dizesiyle söyleyecek olursam; “Divane değilsem hâlâ asıl budur divanelik!”

Dino Buzatti’nin ‘Tam O Anda’ adlı eserindeki bir paragraf sizin için oldukça önemli görünüyor. Yazmak hayatında tutku halinde olan kişilerin her gün yazmasının öneminden bahsediyor bu paragraf. Öncelikle, yazmak nasıl bir tutku sizin için diye soracağım…

Sanırım bunun cevabını bulduğu an yazmaz artık insan. Postmodern felsefede, “İmkansız Takas” diye bir tanım var. Tabii ben bunun asıl anlamını biraz daha evirip çevirip yazmak için düşünüyorum. Yazmak, benim için böyle. Eşdeğer bir şey yok karşısında. Eşdeğeri olsa, bunca çileye değer mi?

‘HER GÜN YAZMAYAN BİR YAZAR ÇOK KOLAY AŞIK OLUR YAZDIKLARINA VE KENDİNİ AŞAMAZ’

Buzatti’nin satırlarından ilhamla bir diğer sorum şu: “Her gün yazmak” neden bu kadar önemli sizce?

Her gün yazmak hem bir sağaltım hem bir antrenman hem de gerçekten iyi yazmak için yazara anahtarlar sunacak bir eylem. Yazdıklarınızın çoğunu çöpe atarsınız, silersiniz, yırtarsınız. Derine derine kazmak gibi. Bazen bulabildiğiniz bir kelime, o cevher sizi kurtarır. Her gün yazmayan bir yazar, çok kolay aşık olur yazdıklarına ve kendini aşamaz. Olsa olsa, bir kere okunup geçilecek metinler üretir ve çabuk yorulur.

“Deneyselliğin bittiğini düşünüyorum. Bunun yerini oturmuş şeyleri yeniden üretebilmek kaygısı aldı” diyorsunuz bir röportajınızda. Bunu açar mısınız?

Deneysellik elbette kıymetli ama Amerika’yı da yeniden keşfetmeye artık gerek yok. Belki bir yazı antrenmanı olarak deneysel arayışlar daha kıymetli, okurun önüne bunları sunmanın öncesinde. Zaten çok iyi söylenmiş, yazılmış olan metinlerin üzerine ne koyabiliyor yazar? Bunu göstermek ve yetkin eserleri bunun üzerine kurmak kaygısı, iyi anlamda elbette, daha görünür artık. Ki, bunu muhteşem ve özgün bir şekilde başaran birçok yerli ya da yabancı yazar mevcut ne mutlu ki. Bunu önemli buluyorum. Böylece, okura da birçok katman sunuluyor ve gerçekten edebiyat zevki açığa çıkıyor. Ayrıca okuru, başka başka metinlere ve başka başka yolculuklara çıkartıyor.

Hem bir yazar hem bir yayıncı olarak, iyi bir öykünün özelliklerini nasıl anlatırsınız?

Benim tanımım, biraz da romantik bir açıdan; “Ben de olsam, tam da böyle yazardım!” diyebileceğim öyküler beni cezbeden. Türü, konusu, biçimi ne olursa olsun kendi sınırlarını oluşturabilmiş, en önce de kendi dilini kurabilmiş bir öykü, iyi öyküdür. Tanıdık bir ses duymuş, tanıdık bir yüz görmüş gibi hissettirir okura. Biraz da kendi sesini duyurur, aynaya bakabilme cesareti aşılar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir